6 Haziran 2015 Cumartesi

BERLIN GEZİ NOTLARI

   Merhabalar,

  Yine bir gezinin arkasında kalanlarla birlikteyiz :)
  Berlin'de toplamda 4 gün gezmiş olmamıza rağmen anlatılacak çok şey biriktirdim  bu sefer. Yaşanılan II. Dünya savaşı, insanlara yaşattıklarının halen unutulmamış olması ve hiç bir yerde izine rastlayamayacağınız Hitler...

   Öncelikle uçuşumuzla başlamak isterim. Diğer havayollarının daha ucuza geldiğini düşünebilirsiniz, ama eğer bazı tercihleriniz varsa ve rahatınıza biraz olsun düşkünseniz ben size Türk Hava Yolları'nı öneririm. Servisleri ve uçağın rahatlığı açısından diğerlerinden çok daha iyi olduğu kesin.

   Uçak havalandıktan sonra öncelikle, size Yurtdışı uçuş olması sebebiyle sanırım lokum ikramında bulunuyorlar. Sonrasında ise size yemek listesini veriyorlar. İki seçimli bir yemek listeniz var. İçerisinde alkolün de bulunduğu bir de içecek listeniz bulunuyor. Uçuştan önce film izleyebilmeniz veya müzik dinleyebilmeniz için size kulaklıkta veriyorlar. Kulaklıkları koltuk kolunuzun yanına takarak kullanabiliyorsunuz.



Lokum İkramı



Menü


Yemek iki çeşit Somon ya da Tavuk yiyebilirsiniz.

   Berlin'de gezilecek çok yer var. İster planlı gezin, isterseniz hiç bir plan yapmadan. Çünkü çoğu tarihi eser şehir merkezinde. Kimseye sorma ihtiyacı duymadan çoğu yeri gezebiliyorsunuz. Burada işinize yarayacağını düşündüğüm bir kaç ufak bilgi de eklemek isterim. Öncelikle Almanya'da hava Türkiye gibi olmuyor. Yani sıcaksa her gün sıcak gibi bir kavram yok. Biz ilk gün üzerimizde sadece T-shirt ile gezerken ikinci gün bir deri mont veya Sweat Shirt alma ihtiyacı duyduk. Üçüncü gün de bu şekilde gezebildik. Ama son gün gerçek rüzgarıyla tanışarak montlarımızı almak zorunda kaldık. Almanya'da hava bir anda değişebiliyor. Bu sebeple ne işimize yarar, yük etmeyelim diyerek sakın üzerinize kalın bir şeyler almadan gitmeyin. Gittiğimiz tarih ise 22 Mayıs'tı. Bunu da belirtmek isterim ki siz de giderken üzerinize ona göre bir şeyler alın.
   Neyse çok uzattım. Biz aslında bir arkadaşımızın düğünü için Almanya'ya gittiğimizden, yani oranın olanaklarını bilen birisi olduğundan otel yerine şehir merkezine yakın binalardan birinden daire kiraladık. Daire sadece bir oda. İçerisinde normal mutfağı, banyosu ve ufak bir gardrobu mevcuttu. Aynı zamanda dairede ücretsiz olarak kullanableceğiniz wi-fi bulunuyor. Bu daireyi günlük 55 Euro olarak kiraladık. hemen karşısında market olduğu için de gayet rahat ettik. Eğer siz de gitmeyi düşünürseniz internetten bu şekilde olan evleri araştırmanızı tavsiye ederim. Yalnııızzzz eğer bir tatil zamanına denk gelecekseniz dikkat etmeniz gereken bir durum var. Almanya'nın tatil günlerinde hiç bir mağaza, market vb. gibi yerler açık olmuyor. Biz gittiğimizde de bir tatilleri vardı ve 3 gün boyunca sadece Türk bakkalda denmez ama büfe gibi yerleri açıktı. Alışveriş merkezleri açık, ama içerisindeki bütün mağazaları kapalı oluyor. Bilginiz olsun.



Mutfak

Mutfak

Mutfak

Gardrop

Oda Genel Görünüm


        Daiemiz binanın 10. katındaydı. En son gün ev sahibimiz de gelerek memnuniyetimizi, herhangi bir sıkıntımız olup, olmadığını sordu. Anlayacağınız kaldığımız yerden çok memnun kaldık.

   Şimdi bu bilgileri paylaşıp rahatladıktan sonra, Berlin ile ilgili gezi notlarıma geçebilirim. 
   Berlin'in ilk gününde şehir merkezine çok yakında kaldığımız için şehri yürüyerek gezme kararı aldık. Elimize tutuşturulan metro haritası ile birlikte yola koyulduk. (Yürüyeceğimizi söyledik, ama arkadaşımız aklım kalmasın dedi diye aldık :)) İlk önce şehir merkezi Alexanderplatz'e indik.  Burasının insanların buluşma noktası olduğunu farkettim. Aynı bizim taksim gibi... Hatta çok değişik kıyafetli insanlara bile rastladık, ama sanırım bu o güne denk gelen "Kültürler Festivali" ne gideceklerin yaptığı bişeydi. 


   Alexanderplatz'de şehre kurulan ilk trenin garını görebilirsiniz. Bizim gibi turnikeleri olmadığı için yukarı çıkıp, içine de bakabilirsiniz. Almanya'da bilet kontrolü tren içinde gezen kondüktörler tarafından yapılıyor. Bu yüzden içeri girerken herhangi bir turnike yok. 
   Alexanderplatz'i arkamıza alıp, yolumuza devam ediyoruz. Güzel bir yoldan yürüdükten sonra sağ tarafa doğru yöneldiğimizde karşımıza Marienkirche kilisesi ve hemen karşısındaki Poseidon heykeli çıktı. Kilisenin içini ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz eğer isterseniz. 
Poseidon

Poseidon

Marienkirche kilisesi

Marienkirche kilisesi

Marienkirche kilisesi

Marienkirche kilisesi

   Poseidon heykelini arkamıza alarak tam karşısına doğru yürümeye karar verdik. Yolda yürürken ise sık sık bisikletli insanlarla karşılaşmak bizi şaşırttı. İstanbulda'da keşke bu şekilde dolaşabilsek diye geçirdik içimizden. Almanya'da bisikletlilere çok güzel haklar tanınıyor ve kendi yolları var. Bu sebeple şehrin her yerinde bisikletle gayet rahat gezebiliyorsunuz. Ayrıca sizin de katılabileceğiniz bisiklet turları var. 




    Evet devam ediyorum :) Sol tarafa doğru yürüdüğümüz zaman eski parlemento binasına ulaştık. İçini gezebiliyorsunuz, ama çok fazla görebileceğiniz bir şey olmadığını söylemek isterim. Diğer devletlerden gelen bir kaç hediye ve porselen vardı. Parlemento binasından çıktıktan sonra kapıyı arkamıza alarak sol tarafa doğru devam ettik ve Berlin kanalına ulaştık. Kanalı sağa doğru takip ederek Museum Iseland olarak adlandırılan müze adasına ulaşabiliyorsunuz. Burada bizim ülkemizden de getirilen tarihi eserlerin sergilendiği 5 adet müze bulunuyor. Biz bunlardan sadece Berliner Dom yani Berlin Katedralini gezdik. Çünkü şehri daha çok gezmek istiyorduk. Berlin Katedralinin dışı çok güzel bir bahçe şeklinde. Almanlar ya da Almanya'da yaşayan insanlar güneşi gördükleri zaman herhangi bir çimenlikte yatıveriyorlar. Malum güneş çok az yüzünü gösteriyor buralara, ama bu da bizim aslında ne kadar dış görünüşe ve insanların neler düşüneceklerine ne kadar önem verdiğimizi gösteriyor. Çünkü oradaki insanlar buna hiç aldırmıyor ve istediklerini yaşıyorlar. Bu da sizinde rahatlamanızı sağlıyor ister istemez.
   Berliner Dom içeri giriş fiyatı 7€. Yanında isterseniz ekstra fiyat ödeyerek Audio Guide (sesli turist rehberi de diyebiliriz) alabiliyorsunuz, ama bu kadar çok Türk'ün yaşadığı bir ülkede maalesef bu sesli turist rehberlerinin Türkçe seçeneği yok. Yani eğer İngilizceniz iyi değilse bunlar pekte işinize yaramayacaktır.
İçeride görebileceğiniz çok değişik bişey olduğunu söyleyemem, ama yapılan işçilik gerçekten görülmeye değer. Ayrıca katedralin en üstüne çıktığınız zaman bir 100 basamak daha çıkarak tepesine ulaşabiliyorsunuz. Buraya çıktğınız da ise Berlin'i kuş bakışı izleyebiliyorsunuz.













   Berlin Katedralinden çıktıktan sonra gerçekten yorulmuş olduğumuzu fark ederek hemen karşısındaki kanalın kenarında bulunan restaurant - cafelerden bir tanesine oturduk. Keyifli mekanlar, ama yer bulmak biraz zor olabiliyor. özellikle de hava güzelse.
   Önce sadece bir şeyler içelim diye oturmuştuk, ama sonra karnımızın acıktığını farkederek pizza söyledik. Pizzanın fazla bir malzemesi olmamasına rağmen, hamuru el açımıydı ve gerçekten lezzetliydi. Yani Berlin'e giderseniz bence burada bulunan restaurantlardan birinde pizza denemelisiniz.

   Daha sonrasında ise Berlin'de düzenlenen ve denk geldiğimiz Kültürler Festivali'ne katılmak için arkadaşlarımızla buluşmak üzere buradan ayrıldık.
   Metro ile gayet rahat bir şekilde yaklaşık 10 dakika içinde Kültürler Festivali'nin yapıldığı yere ulaştık. Festival Berlin'de sokaklar arasında kurulan ve çeşitli yemekler ile içkilerin satıldığı, müziklerin çalındığı gayet keyifli bir mekan olarak karşımıza çıktı. Almanya'da ya da Dünya'nın herhangi bir yerine gittiğinizde buna şahit olabilirsiniz sanırım bilmiyorum, ama rahatlıyorsunuz. Bu ne demek derseniz şu şekilde açıklayayım. İnsanlar burada alkolün sınırlarını içiyorlar, ama taşkınlık yapan, başkalarına sarkan, ya da bizi rahatsız eden kimse olmadı. Bu sebeple biz de gittiğimiz yerden, yaptığımız şeyden keyif alma imkanı bulduk. Değişik lezzetler tattık, alkol aldık. Müzik eşliğinde keyfimizce dans ettik. Burada her grubun kendi etnik kültürüne uygun müzikleri dinleme şansınız oluyor. Bu da bizim için gayet keyifli bir deneyim oldu diyebiliriz. Ama gün içerisinde o kadar yorulmuştuk ki, çok geç saatlere kalmadan evimizin yolunu tuttuk.
   Bir sonraki gün benim en yakın arkadaşımın, 15 yıllık dostumun düğünü vardı. Bütün gün düğün koşuşturmacasıyla geçtiği için hiçbişey yapamadık. Ama benim arkadaşım gerçekten çok güzel bir gelin oldu :) Üzgünüm, ama burada resmini paylaşmazsam büyük haksızlık edermişim gibi geldi. O yüzden sizi çok boğmadan bir resimle buyurun efendim.

   Üçüncü günümüzde ikinci annem olarak tabir edebileceğim arkadaşımın annesinin evinde kahvaltımızı ettikten sonra kendimizi hemen yollara vurduk. Biz kahvaltımızı edebileceğimiz bir evimiz olduğu için dışarıda hiç kahvaltı etmedik. Ama daha önce okuduğum yazılardan ve bloglardan anladığım kadarıyla Berlin'e gelindiği zaman mutlaka gidilmesi gereken bir yer varmış ki adı Einstein Cafe. Kahvaltılarının çok güzel olduğunu neredeyse her yerde okudum diyebilirim. Eğer siz de giderseniz bizim gibi atlamayın ve bir gün oraya mutlaka uğrayın. Ben uğramadığım için içimde kaldı gibi. Cafe şehir merkezinde yer alıyor.
   Biz kahvaltıdan sonra kendimizi dışarı attık ve Berlin'in ilk kurulduğu yer olan Nikolaiviertel'e yol aldık. Kilise 1220 ile 1230 yılları arasında inşa edilmiş. II. Dünya savaşı sırasında ise neredeyse tamamen yıkılmış. Sonrasında Doğu Berlin tarafından onarılmasına 1982 yılına kadar izin verilmemiş. Daha sonrasında ise aslına uygun olarak restore edilmiş. Akustiğinin çok iyi olduğuna dair bilgi aldım. Takdir edersiniz ki içerde bunu deneme şansım olmadı. İçerisinde ise tam 41 tane çan bulunuyormuş. Bu bölge aynı zamanda restore edilmiş orta çağ yapıları ve bunların sonradan yapılmış benzerleri ile donatılmış durumda. Gezerken inanılmaz keyif alıyorsunuz. Aynı zamanda kilisenin içini de gezebiliyorsunuz. Bir kısmı açık, bir kısmına ise biletle girebiliyorsunuz. Ben Tğrkiye'de çok daha iyilerine şahit olduğum için içini gezmeye para vermek istemedim açıkçası.






   Kiliseden çıktıktan sonra kaybolmadan yine kanalı takip ederek, Berliner Dom'un önünden geçerek tekne turlarının yapıldığı yere ulaştık. Tekne turları iki şekilde yapılıyor bir tanesi 3 saatlik, bir tanesi 1 saatlik. 3 saatlik olan turun fiyatını bilmiyorum, çok uzun olduğunu ve insanın sıkıldığını söyledikleri için biz 1 saatlik turu tercih ettik. Bence bizim için de gayet yeterli oldu bu bir saatlik tur. Tur gemileri kanalın iki tarafından da kalkıyor. Bu işi yapan bir sürü yer var. Bazılarında fiyat 10€, bazılarında 12€. Biz sırf denk geldiği, bir de ben ısrarla iki katlı tekneye binmek istediğim için 12€ olan tura katıldık. :) Tamam bazen olabiliyor böyle şeyler, sizin de başınıza geliyordur mutlaka. Tur ücretinin içinde daha önce kilisede de bahsettiğim sesli turist rehberi de var. Yalnız rehberin içinde yine Türkçe yok. İngilizce olarak dinleyebiliyorsunuz. İçerisinde olan diller İtalyanca, Almanca, Portekizce, Fransızca, İspanyolca, Polonya Lehçesi var. Artık hangisinde daha iyiseniz :). Aynı zamanda yine şehir merkezinden kalkan tur otobüsleri de var. Hani şu üstü açık olanlardan. Biz istiyorduk, ama vaktimiz kalmadığı için binemedik. Zaten eğer tekne turu yaptıysanız, otobüs turuna gerek kalmıyor. Ama otobüs turlarında Türkçe anlatımlı gezi rehberleri olduğunu gördüm. Bunu da ek bilgi olarak belirtmek isterim.
   Tekne turunda neredeyse en önemli yerlerin hepsini geziyorsunuz. Çünkü anladığım kadarıyla en prestijli yerler kanal kenarında oluyor. Zaten sesli dinlediğiniz turist rehberiniz de size her şeyi anlatıyor. 
   Tekne turumuzu bitirdikten ve hava çok güzel olduğu için çimlerin üzerinde biraz dinlendik. Sonrasında müze adasına geçtik. Müze adası Berlin'e köprü ile bağlı bir ada şeklinde. İçerisinde gezebileceğini müzeleri bulunuyor. Daha önce de söylediğim gibi biz daha çok şehri görmek istediğimizden müzelerin içine girmedik. 
   Müzelerin önünden yine bilmediğimiz bir güzergahtan kaybolarak şehri gezmeye devam ettik. En son ilk gün gezdiğimiz parlemento binasının önüne geldik. Parlemento binasının önünden yine kanala doğru yürürken gözümüze çarpan ve yerel bir restaurant olan "Mutter Hope" a gittik. Yemekleri gayet lezzetliydi. Eğer benim için domuz eti yemek sıkıntı değil diyorsanız, zengin bir domuz eti mönüsü olduğunu da söyleyebilirim. Biz bahçesinde yemek yedik, ama mekanın içi de inanılmaz güzeldi. Bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Ayrıca serçeler size o kadar alışkın ki yemek yerken masanıza gelip sizden bişreyler vermenizi bekliyorlar. Bir de anladığım kadarıyla Alman Restoranlarında ekmek kültürü yok. Ekmek getirmiyorlar. Ancak siz isterseniz, o da üç dilim baget ekmek getiriyorlar. 
   


   Günümüzü de bu şekilde sonlandırmış olduk. Arada kaybolduğumuz yollardan bahsetmediğim için bir gün için kısa bir yolculuk gibi gelebilir, ama biz bayağı uzun bir yol yürüdük açıkçası. 
   Geldik Almanyadaki dördüncü, gezimizin ise üçüncü gününe...
   Biz bugün hiç yer, iz bilmeden gideceğiz diyerek çıktık evden yine :) Önce kocamın ben düğün hazırlıkları ile uğraşırken keşfettiği Kreuzberg'e çok yakın olan St. Michael kilisesi ile başladık. Kaldığmız eve çok yakın olmasından dolayı yürüyerek gidebildik. (Aslında çok ta yakın değildi, ama biz yürümeye alıştık sanırım.)
  Kilise çoğu yapı gibi II. Dünya savaşında zarar görmüş, ama sonrasında restore edilmiş. Biz gittiğimizde kapalıydı, içerisini göremedik. Sadece dışından fotoğraflama şansı bulduk. Kilisenin önünde ise büyük sayılabilecek bir havuz ve bahçe bulunuyor. Ama bu kısım kiliseden ayrı olarak yapılmış, ya da daha sonrasında arasından yol geçerek ayrılmış. Bunu tam olarak bilemiyorum. 





    Buradan yolumuza devam edelim derken ben birden enerjimin tükenmeye başladığını farkettim. Nedeni ise henüz kahvaltı etmemiş olmamızdı. Bir yerler ararken farketmeden Kreuzberg meydanına geldik. Meydan dediğim bir cadde bu arada. Meydana girişin bir tarafında Almanca yazarken, diğer tarafında Türkçe olarak Kreuzberg Meydanı yazması da ayrıca dikkatimizi çekmedi dersem yalan söylemiş olurum. Arkadaşımdan aldığım bilgiye göre burası eskiden en çok Türk'ün yaşadığı bölgeymiş. Ama zamanla Almanya'nın farklı yerlerine yayılmışlar. Yine de Türk ve Türk kültürünün en çok hissedildiği yer olduğunu söyleyebilirim. Buradaki küçük bir cafede kahvaltı ettik. Sahibi tahmin edebileceğiniz gibi Türk'tü. Bir sandviç, bir poğaça ve iki kahve için toplamda 4 € verdik. Oldukça uygun olduğunu söyleyebilirim. Buradan Checkpoint Charlie'ye devam etmek istediğimiz için yol sorduk, ama Türkçe anlatmalarına rağmen pek bişey anlayamadık. Bizde kendi yolumuzu kendimiz bulalım diyerek yine kendimizi vurduk yollara. Sonuç ise kaybolduk :). En son yorgunluktan durakladığımız bir yerde benim su almaya girdiğim bakkalın Türk olması sonucu yine bir yol tarifine başvurduk. Yalnız bu sefer güzel bir tarif aldık ve yürüyerek gidemeyeceğimizi anladık. Metroya binmemiz gerekiyordu. Elimizdeki Uban haritasının ilk defa işe yaradığını söyleyebilirim. İlk defa metroya bineceğimiz için de bilet almamız gerekti tabii ki. Biletleri haftalık, günlük ya da tek geçişlik alabiliyorsunuz. Daha önce de belirttiğim gibi bir turnike olmadığı için kondüktöre gösterebileceğiniz şekilde bir bilet oluyor elinizde. Bilet alacağınız biletmatiklerde ayrıca Türkçe seçenek te var, bu sebeple zorlanmıyorsunuz. Biz bütün gün gezeceğimiz içün günlük bilet tercih ettik. Fiyatı kişi başı 6.90 € idi. 
Berlin Uban Haritası
      En sonunda ulaşmak istediğimiz yer olan Chekpoint Charlie'deyiz. Burası Berlin duvarı olduğu dönemlerde sadece Büyükelçiler, üst rütbeli askerler ve üst düzey yönetici gibi kişiler tarafından kullanılabiliyormuş. Burada bulunan, bir tarafında Sovyet, bir tarafında Amerikalı bir askerin bulunduğu portreler 1998 tarihinde Frank Thiel tarafından hazırlanmış ve 1961 yılında karşı karşıya gelen iki tarafın panzerlerini temsil ediyor. Burada bu soğuk savaşı temsil eden bir çok ayrınıtıyı da görebiliyorsunuz. En önemlisi tahmin edildiği gibi Berlin duvarı anıtı. Aynı zamanda burada The Berlin Wall olarak geçen, internette arattığınızda pek bulamayacağınız 360 derece Berlin'i gösteren görsel bir müzede var. Biz fazla vaktiğimiz olmadığı için içine girmedik, ama enteresan olduğunua eminim. Bu arada burada ABD sektörüne ait bir kontrol kulübesi var. Tabii ki orjinali değilmiş, ama eğer isterseniz önündeki iki adet çakma Amerikan askeri ile resim çektirebiliyorsunuz. Ücreti ise 2€. Benim görebildiğim kadarıyla Çinliler bu işe pek bir meraklıydılar. Ama bana burada yaşanan bu kadar şeyden sonra bu şekilde resim çektirmek pek cazip gelmediğinden biz bu şekilde bir resim çektirmedik. Orjinal kontrol kulübesi ise müttefikler müzesindeymiş. 
   Checkpoint Charlie'yi arkanıza alıp sol tarafa doğru yürüdüğünzde, benim en çok etkilendiğim alanlardan birisi olan Berlin Duvarı Müzesi'ni de gezebilirsiniz. İçim kaldırmaz diyerek içeri giremediğim bir de utanç müzesi olarak adlandırılan bir yer daha vardı. Müzenin asıl adı Topography Of Terror. İçeride savaş döneminde kullanılan işkence aletleri ve yapılan işkencelerin bilgilerinin yer aldığını duydum. Ama dediğim gibi içeri giremedim. Dışarıdaki bölümden çektiğim resimler bile bakıldığı zaman içini acıtıyor insanın. Savaşın her zaman ne kadar kötü olduğunu hatırlatıyor size. 
   Bu bölgede bir yer ayrılan ve benim dikkatimi çeken bir kadın daha vardı. Onunla ilgili yaptığım araştırmayı da küçük bir parça olarak yazının en sonunda paylaşacağım. 

Berlin Duvarı

Berlin Duvarı

Savaş Zamanı Posterleri

Düşman sizin ışığınızı görebilir! Karartma.. Bu karartma günleri gazetelerde ilan edilmiştir. Bu kurala uymayanların tutuklanacağı yazıyor. 

Savaş zamanı posterlerinden. "Biz savaşırken, sizin zafer için çalışmanız gerekiyor.

      Bu bölgeyi bitirip, Brandenburg Kapısı'na gitmek üzereyken, burada görebileceğiniz farklı bir şey daha gözüme çarpıyor. Trabi'ler!!! Trabi Doğu Almanya'da üretilen ve o dönemlerde bir statü sembolü olan bir Alman arabası. Trabi'ler II. Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu Almanya tarafından geri dönüşümü sağlanmış malzeme ile yapılan ilk otomobil ünvanına sahip. Trabi'ler bildiğim kadarıyla halen sadece Almanya'da kullanılıyor. Şu anda çoğu, turistlere şehri gezdirmek amacıyla kullanılıyor. Çok sevimli arabalar. Almanya'ya geldiğinizde bunlardan görmemeniz imkansız. Buraya geldiğimde dikkatimi çeken diğer bir ayrıntı ise trafik lambaları oldu. Doğu Almanya bölgesindeki trafik lambaları daha farklı. Zaten bunun için ufak bir endüstri bile kurulmuş. Doğu Almanya bölgesinde bu trafik lambaları üzerinden kurulmuş ve değişik materyallerin satıldığı bir sürü hediyelik eşya dükkanı bulunuyor. 


   Checkpoint Charlie'ye geldiğimiz duraktan yine Uban, yani metroya binerek Brandenburg Gate (Brandenbur Kapısı) 'e gittik. Artık haritayı iyice öğrendik. Bu yüzden buraya gidişte pek bir sıkıntı yaşamadık. Brandenburg Kapı'sı 1788 - 1791 yılları arasında yapılmış. Kapı daha sonraları birleşmiş özgür Berlin'in sembolü olmuş.



   Buradan cam kubbeli Parlemento binasına geçtik. Parlemento binasının orta kısmı savaş döneminde zarar gördükten sonra, yenileme döneminde değişiklik yapılmaya karar verilmiş ve bu şekilde restore edilmiş. Binaya girmek için çok hevesliydik kiii kapıdaki sırayı görene kadar. Kapıya gittiğimizde bizi 50 metre kadar ilerideki bir kulübeye yönlendirdiler. Önce buradan rezervasyon yaptırılması gerektiği, ancak bu şekilde ziyaret edilebileceğini söylediler. Kulübeye gittiğimizde bir de oradaki sırayı görerek şoka girdik. Zaten aynı gün için yer kalmamıştı. Ertesi gün ise sabahtan gelmemiz gerekiyordu. Biz de bu kadar zorluğa dayanamayarak Parlemento binasını pas geçmeye karar verdik. Ama siz gittiğinizde gezmek isterseniz ya sabahtan giderek rezervasyonunuzu yaptırın, ya da bir gün öncesinden giderek. Çünkü bizim gördüğümüz kadarıyla diğer türlüsü mümkün olmuyor. 
  Hayal kırıklığıyla ayrıldığımız parlemento binasının hemen önündeki parkın içinden geçiyorduk ki orada da bir anıta rastladık. Sonradan aldığımız bilgilere göre burası Almanya'da katledilen çingenelere adanmış bir anıt. O dönemlerde Hitlerin istediği saf Alman ırkını yaratabilmek adına öldürülen masum insanlar için yapılmış. Sizinle detaylı resimlerini daha sonraki günlerde ancak paylaşabileceğim. Çünkü bazı resimler elime geçmedi henüz. Yalnız anıtın iç kısmı gerçekten etkileyici ve çok güzel düşünülerek yapılmış.
   Parktan çıktıktan sonra Brandenburg kapısını arkanıza aldığınızda tam karşınıza Berlin Zafer Anıtı çıkıyor. Başka şekilde bir gidişi var mıdır bilmiyorum, ama biz birazda resimleyebilmek adına yürüyerek gitmek istedik. Yalnız anıt çok yüksek olduğu için sanırım yakınmış gibi gözüküyor. Sizi yanıltmasın oldukça uzun bir yol yürüdük. Anıta vardığımızda tepesine çıkabildiğimizi öğrenmek bizim ödülümüz oldu diyebilirim. Ama tabii çıkması da hiç kolay olmadı :) 

 
   Veeee günün sonuna yaklaşırken oldukça yorulduğumuzu farkedebiliyoruz. Ayaklarımızın isyan ettiği anlarda artık Uban'a doğru yola koyulmuştuk. Oraya gidebilmek için şehrin içinde bulunan devasa park diyemeyeceğim, ormanlardan birinin içinden geçtik. Buralarda ormana ve doğaya bizim aksimize oldukça fazla değer verildiğini her yerdeki yeşilliklerden kolayca anlayabiliyrosunuz. Aynı zamanda canlılara zarar verilmediğini de sizinle kurdukları yakın temastan farkediyorsunuz. Bu parkların içinde değişik bir sürü canlı görmeniz mümkün.

   Akşam arkadaşlarımdan aldığım söz sayesinde yine Kreuzberg'e indik. Bizim bir nargile sevdamız olmasından dolayı buralarda da içebileceğimiz güzel bir nargileci arıyorduk. Tabii ki bulduk. Bunu da arkadaşlarımız sayesinde başardık. Siz ise gittiğiniz zaman Kreuzberg'de bulunan Akrabar'a gidebilirsiniz. Mekan Türk mekanı bu yüzden sipariş verirken de herhangi bir zorluk yaşayacağınızı sanmıyorum. Nargilenin yanında istediğiniz alkolü de içebiliyorsunuz. Bildiğiniz gibi burada içki sıkıntısı yok. Her yerde satuyorlar:)  Aynı zamanda akşam sokaklarda gezerken dikkatimi çeken küçük bişey daha var söylemeden geçemeyeceğim. Bazı cafelerde önlerinde kocaman bir kova çekirdek çitleyen insanlar gördüm ve hepsi de Türk değildi. Bazı alışkanlıklarımızı buraya taşımakla kalmayıp, Almanlara'da aşılamışız galiba.
   Gün biter ve eve dönülür. Nasıl benimsemişsem ev diyorum kaldığım yere.
   Geldik tatilimizin son gününe. Akşam yedide uçağımız olduğu için günü biraz hızlandırılmış olarak yaşayacaktık. Çünkü havaalanına gitmek te kaldığımız yerden bir saat falan süecekti. Bugün bu sebeple arabamız ve bizi gezdirebilecek bir rehberimiz vardı.
   İlk durak olarak Berlin duvarının Doğu Almanya kısmında kalan ve East Side Gallery olarak adlandırılan bölümüne gittik. Burası yaklaşık bir kilometrelik bir duvar. Üzerinde 105 tane resmin yer aldığı bir açık hava müzesi olarak biliniyor. Duvarı gezdiğiniz zaman üzerindeki resimlerden, özgürlüğü, daha iyi, daha özgür bir geleceğin hayallerini hissedebiliyorsunuz. Kendinizi üzerindeki resimlere kaptırmış bir şekilde gezerken yakalıyorsunuz bir yerden sonra.

East Side Gallery

East Side Gallery

East Side Gallery

East Side Gallery

East Side Gallery Kanalın görünümü

East Side Gallery

   Burayı bitirdikten sonra çok fazla insanın bilmediği Molecule Man heykelini görmeye gittik. Molecule Man, alüminyumdan yapılmış üç adam şeklinde olan heykel. Heykeller dünyanın çeşitli bölgelerine de dikilmiş. İlk Molecule Man heykeli 1977-1978 yıllarında Los Angeles'ta yapılmış. Heykeller, birbirine yaslanmış vücutları deliklerle dolu üç insandan oluşuyor. Delikler, " İnsanların varlığımızı oluşturmak için bir araya gelen molekülleri"ni temsil ediyor.
   Üç figürün birleşimi üç eski bağımsız Berlin bölgesi Friedrichshain, Kreuzberg and Treptow'u temsil ediyor. Aynı zamanda heykel, birleşmiş Doğu ve Batı Berlin'in bir arayüzü. Heykel, bu üç mahallenin ve iki bölgenin birleştiği bölgede yer alıyor.

Molecule Man

Molecule Man


   Daha sonrasında gittiğimiz yer ise son durağımız Treptrow Parkıydı. Bu park ilk girdiğiniz zaman inanılmaz büyük ve görkemli gözüküyor. Ama öğrendiğiniz zaman içinizi sızlatıyor bu kadar büyük olmasının sebebi. Treptrow parkı savaşta ölen tam 7000 askerin de mezarlığı olma özelliğini taşıyor. 
   Biraz ilerleyince üç metre yüksekliğindeki bir kadın heykeliyle karşılaşıyorsunuz. Savaşta ölen çocukları için yas tutan bu ana aslında Anavatan’ı temsil ediyor. İlerlediğiniz zaman karşınıza karşılıklı durmuş ve sanki burayı koruyor gibi gözüken makineli tüfekle diz çökmüş iki sovyet askeri çıkıyor. Bunları da geçtiğiniz zaman asıl alana geliyorsunuz. Karşınızda çok büyük ve görkemli bir heykel var, bu heykele giden yolda ise Stalin’in anavatan savunmasıyla ilgili söyledikleri sözlerin yazılı olduğu rölyefler var. Rölyeflerin bir sırası Almanca, diğer sırası ise Rusça. En sonunda ulaştığınız o görkemli heykelde ise genç bir asker bir kolunda faşizmden kurtardığı bir Alman çocuğunu taşıyor, ayaklarının altında ise parçalanmış gamalı haç var. Bu heykelle ilgili anlatılan hikaye ise 2001 yılında ölen Nikolaj Iwanowitsch Massalow adındaki askerin, 30 Nisan 1945’teki Kızıl Ordu yürüyüşü sırasında Landwehrkanal yanında tek başına duran bir çocuğu kucağına alarak emin bir yere götürmesini anlattığıdır. 







   Ve gezimizin de Almanya maceramızın da sonuna geldik. Gerçekten inanılmaz bir beş gün geçirdim. Tekrar gitmek ister misin deseler hiç düşünmeden evet derim. Daha bırakın Almanya'yı Berlin'de bile gezemediğim yerlerin kaldığını düşünüyorum.
   Eğer gitmeli miyiz diye sorarsanız size de kesinlikle gidin derim. Aklınızda olan o gurbetçi Almanyasın'dan çok daha farklı bir yer göreceksiniz. Size garanti edebilirim.

NOT: Size yazımın ortalarında Topography Of Terror anıtında gördüğüm ve merak ederek araştırdığım bir kadından bahsetmiştim. Okuduğumda benim ilgimi çekti. Sizinde merak edebileceğinizi düşünerek yazıyorum. Kadının ismi Stella Kübler.
   Asıl adı Stella Isaacksohn (1922 - 1994)
  II Dünya Savaşı sırasında Gestapo adına Nazilerle işbirliği yapıp saklanan Yahudileri ifşa ve ihbar eden Yahudi kadındır. 
   Asimile olmuş orta sınıf bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Stella Goldschlag Berlin'de doğup büyümüştür. Naziler başa geçince diğer Yahudi çocukları gibi devlet okullarına gitmesi yasaklanınca Yahudi cemaatininin okuluna katıldı. Güzelliği ve canlılığıyla tanınıyordu. EbeveyniNazi Almanyası'ndan kaçmaya çalıştıysa da diğer ülkelerden vize alamadılar. Stella, eğitimini bitirdikten sonra Nurnbergerstrasse'deki Uygulumalı Sanat Okulu'nda moda tasarımcılığı üzerine yetiştirildi. 
   1941'de Yahudi müzisyen Manfred Kübler ile evlendi. Sarı saçlı ve mavi gözlü olmasını kullanarak Yahudi olmadığını gösteren sahte evrak düzenledi. 
  1943 baharında Naziler tarafından yakalanan Stella, Nazileri "U-Boat"lar denen kendilerini gayri-Yahudi olarak gösterip saklanan Yahudilerin "yakalayıcı"sı olup Gestapo adına çalışmak için ikna etti. Kurban sayısı hakkindeki veriler değişiklik göstermesine rağmen bu sayı 600 ile 3000 Yahudi arasındadır. Naziler bu sebeple kendisine "Sarışın Zehir" adını vermişlerdir. 
   İşbirliği halinde bulunmasına rağmen Naziler Stella'nın ebeveynini toplama kamplarına gönderdi ve orada öldüler. Kocası da ölenler arasındaydı. Ama bu bile kendisinin işbirlikçiliğini bozmamış ve Mart 1945 yılına kadar devam etmiştir. 
   Savaş sonunda Ekim 1945 yılında Sovyetler tarafından yakalandı ve 10 yıl hüküm yiyip tutuklu kamoına gönderildi. Ardından Batı Berlin'e giden Stella orada da yargılanıp 10 yıl ceza yedi, fakat Sovyet hapishanelerinde 10 yıl yattığı için Alman hapishanesinde yatmasına gerek kalmadım. 
   Savaşta yaptıklarından dolayı yalnızlık ve suçluluk duygusu çekince depresyona girdi. 1994'te bir apartman penceresinden atlayıp intihar etti. 
   Kaynak: Wikipedia

Sevgiyle Kalın,
Merve...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı